Thursday, December 27, 2012

Tarihteki ilk kedi videosu

Bu başlık aslında aşağıdaki videoyu YouTube'a yükleyen kullanıcı tarafından seçilmiş ama tarihsel olarak doğru olma ihtimali oldukça yüksek (daha önceki bir tarihe ait kedi videosu çıkarsa bu yazdığımı silerim). Fotoğraf ile sinema arasındaki adımları atan bir diğer (bakınız, Eadweard Muybridge / Animal Locomotion) bilim insanı olan, Étienne-Jules Marey'in bir deney için çektiği ardışık fotoğraflardan oluşturulmuş. Şimdilerde muazzam miktarlara ulaşmış olan kedi videosu arşivinin ilk tohumunu atmaya çalışmaktan ziyade tıpkı Muybridge gibi Marey de hayvanların hareketlerini inceliyordu ve bu çalışması da kedilerin gerçekten dört ayak üzerine düşüp düşmediğini görmek için yaklaşık 120 yıl önce yaptığı bir deneyde çektiği fotoğraflardan oluşuyor. Marey ile Muybridge'in hayat hikayeleri ilginç, ikisi de 1830'da doğmuş ve 1904 yılında ölmüşler. İkisi de hayvanların hareketleri üzerine kafa yormuşlar ve bu uğurda arkalarında binlerce çalışma bırakmışlar, yani ikisinin de bu deneylere hayatlarını adadıklarını söyleyebiliriz. Hareketli görüntünün icadı söz konusu olduğunda öne çıkan bu iki isim Paris'te, Marey'nin stüdyosunda tanışmışlar ve çalışmalarını birbirleriyle paylaşmışlar da. Her ne kadar benzer işler yapmış olsalar da kullandıkları teknikteki farklılıktan (görüntünün, Muybridge'de aynı kare üzerinde, Marey'de ise farklı kareler üzerinde kaydı) dolayı, önceki yazılarda Muybridge için de alıntı yaptığım Who's Who of Victorian Cinema adlı kaynakta "sinemanın asıl mucidi" diye anılan Marey olmuş. Hikayemizin sonunda da, her zaman olduğu gibi, aslan payını bilim insanları değil, yeni bir fikir duyar duymaz patent ofisine koşan Thomas Edison gibi sinsi ticaret adamları yemiş.

Ve işte ilk kedi videosu,



Not: Kasım, Paris, Topuk Ağrısı serisinin ikinci yazısında bahsedeceğim David Michalek'ın Figure Studies serisi de bu işlerin hala ne kadar değerli olduğunu gösteren çalışmalardan.

Friday, December 21, 2012

A Brief History of John Baldessari*

John Baldessari mizahıyla bu kadar örtüşen başka bir video yapılamazdı herhalde, detaylar şurada.


A Brief History of John Baldessari from Supermarché: Henry & Rel on Vimeo.

* John Baldessari'nin Kısa Tarihçesi

Monday, December 17, 2012

Vatandaş olarak fotoğrafçı

ABD'li fotoğraf eleştirmeni A. D. Coleman, "Vatandaş olarak fotoğrafçı" başlığı ile fotoğrafta etiği tartışan yeni bir yazı dizisine başlamış. İlk yazıda bu ayın başlarında Manhattan'da gerçekleşen bir cinayetin kurbanının ölmeden hemen önceki fotoğraflarını çeken bir fotoğrafçının eylemini tartışıyor. Olayda bir adam metroda tartıştığı bir başka adamı raylara itiyor ve o sırada orada bulunan bir fotoğrafçı kurbanın ölmeden hemen önceki fotoğraflarını çekiyor. Fotoğrafçının, "çok uzaktaydım", "ne çektiğimin farkında değildim, vatmanı uyarmak için flaş patlattım" gibi savunmaları çürütülmüş ancak Coleman bunlar doğru olmasa bile fotoğrafçının böyle bir sorumluluğu olup olmadığını sorguluyor. Sonunda da Kevin Carter'a atıf ve bu iki fotoğrafçının yaptığı seçimlerin karşılaştırması ve Coleman'ın, neden fotoğrafçının böyle bir sorumluluğu olduğunu düşünmediğini ikinci yazıda açıklayacağına dair bir not var. Başlıkta "haber fotoğrafçısı" yerine sadece "fotoğrafçı" ifadesi olmasına karşın konu olarak biraz haber fotoğrafı ekseninde kalacağa ve örneğin Fransız Vogue'u ya da diğer ortamlardaki çocuk model tartışmaları, vs. gibi başka mecralara girmeyeceğe benziyor (girerse bu yazdığımı silerim) fakat izlemeye değer.

Friday, December 14, 2012

David Lynch ile fotoğraf okuma saati

David Lynch'in Paris Photo Platform'da, bu yılki etkinlikten seçtiği (ve kitap haline getirilen) 99 fotoğraftan bazıları hakkında yaptığı konuşmanın videosu yayınlanmış. Yaptığı yorumlarda özellikle hikayelendirmeleri ve kendi hayatından örneklere yaptığı atıflar çok keyifli.


 
A talk with DAVID LYNCH from Paris Photo on Vimeo.

Sunday, November 25, 2012

Kasım, Paris, Topuk Ağrısı / 1. Gün

Kasım'da Paris'te çok fazla fotoğraf etkinliği var ve bunun bir sebebi de aslında 1996 gibi yakın bir tarihte kurulmuş olmasına rağmen bu yıl bünyesinden Paramount Pictures stüdyolarında gerçekleşecek olan "Paris Photo Los Angeles" adlı bir garip etkinliği çıkartacak hale gelmiş Paris Photo'nun ziyaretçilerinden diğer etkinlik sahiplerinin nemalanma çabası gibime geliyor. Zira genç fotoğrafçıların tanıtıldığı festivallerden tutun da 160 yıllık daguerréotypeların satıldığı açık artırmalara kadar bir çok etkinlik Kasım ayına toplanmış. Dört ayrı yazıda gün gün gördüklerimi ve aldığım notları yazacağım.

Fondation Calouste Gulbenkian / European Identities

Tarih 15 Kasım ve burası ilk durağım. Paris Photo 15-18 Aralık tarihlerinde yapılacak ve bugün ilk günü ancak geçen yılki gibi hergün gitmek yerine sadece son iki gününe gitmeyi planlıyorum. Bunda bu yıl 28 EUR olan bilet fiyatları ve Paris Photo dışında da çok fazla etkinlik olması etkili oluyor. Paris Photo sayfasında o tarihler arasında başka hangi etkinlikler olduğunu duyuruyor ve bu liste oldukça uzun. Orada dikkatimi çeken sergilerden biri de 12 genç fotoğrafçının Avrupa kimliklerini (European Identities) anlattığı işlerinin yer aldığı bu sergi idi. Yer, Üsküdar doğumlu Ermeni bir işadamı olan Calouste Gulbenkian'ın vasiyeti üzerine kurulmuş ve daha çok sanat ve eğitim alanlarında faaliyet gösteren bir vakfın Paris'deki ofisi. Sergi başlığının göçün yarattığı çoğul kimlikliliği de içerdiği yazıyor ancak burada bir kaç serinin konuyla ilgisini çözemiyorum -örneğin João Grama'nın işleri- ancak bir kaç tane ilgimi çeken seri var. Sergide fotoğraf çekmeme izin verilmedi ancak sergideki bir çok fotoğraf kurumun sayfasına da koyulmuş: tüm fotoğrafçıların olduğu sayfa şurada. Yalnız bu sayfada ve fotoğrafçıların bilgilerinin yer aldığı alt sayfalarda fotoğraflarına dair tek bir metin olmaması canımı sıktı. Özellikle konu ile ilgisini kuramadığım fotoğrafçıların metinlerini okumak isterdim. Kişisel yorumlarım ise şöyle:

Catarina Botelho meseleye ilginç bir yerden, yıkanma alışkanlıklarından yaklaşmış ama işi biraz doğu belgeseli (ya da Avrupa için güney de olabilir) gibi görünüyor, çoğul tarafı eksik kalmış bana kalırsa. Mekan bağlantısı olarak da Avrupa'dan kopuk kalmış, yani "Avrupa'daki Avrupalı olmayan mekanlar" gibi bir etkileşim verilmek istenmiş gibi geldi bana ama mekan olarak Avrupa'yı izlediğimi hissetmedim fotoğraflara bakınca. Davide Monteleone göçün başlangıcına gitmiş ve serisini çok etkileyici buldum. Sadece bir kaç fotoğrafta göçü ortaya çıkartan sebeplerden göç sırasında yaşananlara kadar bir çok hikaye anlatmış. Monica Larsen'de de entegre olma/olamama ve göç edilen yerde dahil olunan sınıfları buldum. Özellikle, farklı bir kültürde sahip olduğunuz yaşam alanı ile "dışarı"nın ayrımının daha da belirginleşmesi ve bu nedenle zaman zaman "içeri"de yaratılan dünyanın dışarıdan büyük hale gelmesi gibi bir anlam çıkardım ki Fransa'daki hayatımda sık sık deneyimlediğim bir hikaye bu. Marie Sjøvold'un çok şeyler düşündürebilecek ve hatırlatabilecek fotoğraflarını sevdim ama konuyla bağlantısını çözemedim. Pietro Masturzo ise uzaklık bağlamında gidenler ve geride kalanların ilişkilerini işlemiş gibi görünüyor ve ana teması belli ancak öykülendirirken yine çok farklı şekillerde yorumlanabilecek bir seri çıkmış ortaya ancak hala Marie Sjøvold kadar açık uçlu olmadıklarından sergi temasıyla da gayet iyi örtüşüyorlar.

Petit Palais / Modernism or Modernity

Sonraki durak yine şehrin batısında yer alan Petit Palais'deki Modernism or Modernity sergisiydi. Bu sergide, Gustave Le Gray'nin 1850-60 yıllarında Paris'teki fotoğraf atölyesindeki öğrencileriyle ürettiği çalışmalar yer alıyor. Çalışmaların 150 yıl öncesine ait olmasıyla ilgili olsa gerek, yapılan çekimlerde fotoğrafın henüz bir anlatım aracından ziyade gösterme aracı olarak değerlendirildiği belli oluyor. Zira Le Gray'nin ve öğrencilerinin fotoğrafları neredeyse aynı, yani öğretmen ile öğrenci farklı zihinsel aktiviteler sonucunda fotoğraf üretmemişler ve yaptıkları üretimler daha çok nesnelerin görüntüsünün kağıt ve cam negatiflere mümkün olan en net ve detaylı halde kaydedilmesi temel amacı doğrultusunda gerçekleştirilmiş. Yani ikisi de "ortam" üzerine kafa yormuş. Burada detaylar, dokular ve manzaralar öne çıkıyor ki bunun bir diğer sebebi de o dönemde mümkün olan pozlama süreleri olsa gerek. Serginin ikinci kısmı ise ilginç: burada daha önceden Félix Nadar beyefendiye ait olarak bilinen ancak sonradan kendisinden 5 yaş küçük olan kardeşi Adrien Tournachon'e ait olduğu ortaya çıkan fotoğraflar yer alıyordu. Ancak sergide fotoğraf çekme iznim olmadığına dair uyarılana kadar bu kısma varamadığım için buradan fotoğraf gösteremiyorum. İnternet'te de henüz buna dair bir içerik bulamadım. Hemen girişte çekebildiğim bir fotoğraf ise şöyle,




Burada sağdaki fotoğraf kendisinin öncüsü olduğu "zamanının HDR'ı" olarak adlandırabileceğimiz gökyüzü ve deniz için farklı negatifler pozlayarak aydınlanma değerlerinin farklılığı yüzünden deniz ya da gökyüzünden feda etmeden ikisinin de yer aldığı baskılar yapılabilmesini sağlayan yönteme bir örnek.

Sotheby's / Photographies Paris | November 16, 2012

Sotheby's ya da Christie's gibi mekanları en azından açık artırma dönemlerinde satılacak fotoğrafları ücretsiz sergiledikleri ve bu fotoğraflar arasında fotoğraf tarihinden bir çok ismin baskılarını görebildiğim için seviyorum. Artık fotoğrafların fiyatlarına ve satılıp satılmadığına dair merakımdan da kurtulduğum için biraz daha fazla keyif alabildiğimi de söyleyebilirim. Zira diğer şekilde bilgi kartlarında fotoğrafçıya dair bilgi olarak sadece isim ve doğum/ölüm tarihlerini yazan bu mezar kazıcılar kafada çok ilginç soru işaretleri oluşturabiliyor ve bu soru işaretlerinin cevapları sanatın sınırlarını sıklıkla aşıyor ve ekonominin alanına giriyor. Burada çektiğim fotoğraflardan bazıları şöyle,

Bu Irving Penn fotoğrafına ve baskısına hayran kaldım. Şu adresten büyük halini incelemenizi öneriyorum. Ankara'daki karanlık odamı özlediğim anlardan biri.




Yine çok iyi bir baskı, bu sefer bir Peter Lindbergh fotoğrafı, içerik olarak da "haydi dönemin en ünlü mankenlerini yan yana dizelim" gibi bir teması var,






Mezar kazıcılar iş başında, Diane Arbus'un bir kontak baskısı ve içinde bu fotoğrafı arkadaşına gönderdiği zarf,






Merak edenler için açık artırma sonuçları da şöyle: Photographies Paris

Louis Vuitton / Journeys - Wanderings in contemporary Turkey

Tam adı Louis Vuitton Espace Culturel olan bu mekanda Journeys - Wanderings in contemporary Turkey (Seyahatler: Çağdaş Türkiye'de Gezintiler) adında bir sergi var ve Murat Akagündüz, Halil Altındere, Silva Bingaz, CANAN, Gözde İlkin, Murat MorovaIhsan Oturmak, Ceren Oykut, Tayfun Serttaş, Ali Taptık ve Hale Tenger'in işleri sergileniyor. Yine Kasım ayındaki ziyaretçi sayısından yararlanmak amacıyla olsa gerek bir çok ülkenin kendi fotoğrafçılarını tanıtan etkinlikler yaptığını gördüm. Örneğin, Institut Hongrois'da Macaristan ya da Institut Suédois'da İsveç bu ülkelerdeki fotoğrafçıları tanıtıyordu. Louis Vuitton'daki bu sergi de Türkiye'den sanatçılar için bu görevi görmüş. Ziyaretçileri dışarıda ve girişteki salonda Ali Taptık'ın fotoğrafları karşılıyor. Kendisinin günlük hayattan ve yaşadığı çevreden öykündüğü serilerini izlemeyi seviyorum ve hikayeleştirme yöntemini beğeniyorum ancak bu mekandaki yeri hoşuma gitmedi. Çok ön planda olması tanıtım açısından iyi olabilir ancak buralar fotoğrafları izlemek için uygun değil. Hele dışarıdaki seçki (Kaza ve Kader ile Nothing Surprising serilerinden oluşturulmuş) sadece sokaktan görülebildiği için fotoğraflarla yalnız kalabileceğiniz bir yer değil. Şahsen fotoğraflarını yukarıdaki salonda izlemek isterdim. Champs-Élysées'de yer alan şöyle bir yerden bahsediyorum, yansıma olmadan fotoğrafını bile çekemedim,




Bu da girişteki salon,




Bir görevlinin eşliğinde ses ve ışık geçirmeyen bir asansör ile diğer sanatçıların işlerinin olduğu salona çıktım. Bu asansör bir sanatçı tarafından yapılmış ve yer yön duygusunu yok etmek için tasarlanmış, yerleştirme olarak tanımlanabilir sanırım. Ama yanımdaki görevli asansörün bu özelliklerini vurgulamak amacıyla yolculuk boyunca bıdı bıdı konuştuğu için herhangi bir etkisi olmadı üzerimde. İlk olarak Murat Akagündüz'ün tuval üzerine reçine ile yaptığı oldukça büyük boyuttaki tabloları ve ardından video yerleştirme işi olan Hell-Heaven çıktı karşıma. Tablolarda tek renk kullanımının kırsaldan seçilen konulara etkisini sevdim. Video ise çok farklı şekilde yorumlanabilecek bir işti ve kendi içimde tutarlı bir sonuca varamadım ancak düşündürmesini sevdim. Sonrasında girdiğim salonda Silva Bingaz vardı ve ilk defa kendisinin bu kadar çok çalışmasını gördüm. İstanbul'un "diğer" sakinlerini anlattığı kısa hikayeler tadında fotoğraflarından bir kaç baskı vardı ve bir çok başka fotoğrafı da duvara yansıtılıyordu. Genel olarak bakmadığımızı göstermeyi amaçlayan fotoğraflar olduğunu düşündüm ve bu yönden beğendim. Bu bağlamda, orada olduğum sırada bir gruba sergiyi gezdiren görevliye dair de bir çift lafım var. Hem İngilizcesi sebebiyle pek kendini ifade edemedi hem de sergilenen eserleri çalışmamıştı. Çarşaf giymiş bir kadının fotoğrafı yansıtılırken (kadının elinde göremedim ama) bu kadının bira içtiğini ve Bingaz'ın anlatmak istediği şeyin çarşaf-bira çelişkisi değil Türkiye-bira çelişkisi olduğunu söyledi ve böylece herhangi başka bir kıyafet giyen bir kadının elindeki biranın da aynı şekilde hikayeleştirilebileceği gibi bir anlam çıkarttı ortaya. Silva Bingaz seks işçilerini de görüntülemiş, ancak görevli çıplaklık gördüğü her fotoğrafa bu yorumu yaptı ve sürekli Türkiye'de çıplak fotoğraf çekilmesinin çok zor olduğundan dem vurdu. Diğer çalışmalara yorumu da o an herkesin zaten gördüğünü betimlemekten öteye gidemedi. Bir sonraki durak olan Hale Tenger'e giderken geçtiğim koridorda Tayfun Serttaş'ın Foto Galatasaray projesinden bir kesit vardı (blogunda bununla ilgili bir yazı ve bahsettiğim fotoğraflar var) ve Maryam Şahinyan'ın kız çocuğu portreleri dizilmişti. Bu çalışmayı ulus inşası sırasında İstanbul'un ve genel olarak Türkiye'nin farklı renklerini nasıl sildiğimizi göstermesi açısından çok değerli buluyorum. Fotoğrafları yakından inceleyenler ne demek istediğimi anlayacaktır. Kuş tüylerinden yapılan ve derinlemesine oldukça kalın bir perde-kapı'dan Hale Tenger'in olduğu salona girdim ancak yerleştirmesi ise bana biraz uçuk geldi ve başta pek bir çıkarım yapamadım. Ama görevli o ana kadar ve sonrasındaki tek katkısını vererek güney-kuzey olacak şekilde ters çevrilmiş dünyanın şu anki kuzey-güney halkları ilişkisini tersine çevirmek için yapıldığını söyledi. Yani buradan hareketle Atlantik Okyanusu'nu ortalayacak şekilde yaptığımız dünya haritaları pekala Pasifik'i ortalayacak şekilde de yapılabilir. Şimdi diğer işlerine baktığımda kendisinin İstanbul Modern'de gösterilen Beirut adlı video işinin de yaratıcısı olduğunu farkettim. Çok kısa bir video olmasına rağmen her gidişimde uzun süre başından kalkamadığım bir çalışmaydı ve Beyrut'taki karışıklığı sadece bir otelin perdeleriyle anlatmasından çok etkilenmiştim. Bu gibi hikaye anlatımlarına bayılıyorum gerçekten, şu an karşımda olsa yine oturur tekrar tekrar izlerim. Buradan sonraki salonda Gözde İlkin'in, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve İran'a yaptığı bir seyahatin ardından oluşturduğu bir yerleştirmesi vardı ve Türkiye ile birlikte diğer ülkelerin de kendi aralarındaki sınır ilişkilerini anlatan, dış politika eleştirisinden ülkelerin kimlik/kültür inşasına kadar bir çok anlam ve hikaye barındıran bir işti. Karşı duvardaki Ceren Oykut'un çizimleri ise tür olarak yabancı kaldı bana. Son bölümde ise CANAN'ın ortaoyunlarından öykündüğü ve bir kadının (evlilik) hayatını köyden büyük şehire göç bağlamında ve ataerkil sistem eleştirisi yaparak anlattığı ve minyatürler kullandığı video/animasyon işi vardı. Yarım saat kadar sürmesine rağmen çok keyifliydi ve sonuna kadar izletti.

2. Gün: Photo OFF 2012, Figure Studies / David Michalek, Photography in France 1950-2000, ve Different Distances

Wednesday, November 7, 2012

Lisette Model'dan anlaşılır olmayana dair...





There are great artists in every era who are so new and so different that nobody can understand them. The ears or the eyes are not used to it. And they may be the ones who really contribute to the medium. But at the same time there are other artists and they work also in a non-understandable kind of a way, nobody could understand what they are doing. And they are phonies and they work with illusions and fantasies. And that this kind of a difference is extremely important to understand.

Her çağda çok yeni ve farklı olduklarından kimsenin kendilerini anlamadığı sanatçılar vardır. Kulaklar ve gözler onların işleri gibisine alışık değildir. Bu sanatçılar gerçekten kullandıkları aracın (medium) anlatım olanaklarına katkıda bulunuyor olabilirler. Ancak buna benzer şekilde anlaşılmaz işler yapan başka sanatçılar da vardır ki onların işlerini de kimse anlayamaz. İllüzyon ve fantezilerle çalışan bu sanatçılar sahtekârdır ve bu iki tür sanatçı arasındaki farkı anlamak çok önemlidir.

Sunday, October 28, 2012

Thornton'dan sanat piyasası hakkında yazMAmak için 10 neden

Bir süredir Sanat Dünyasında Yedi Gün'ün yazarı Sarah Thornton'ın sayfasından duyuruları takip ediyorum. Bir hafta kadar önce bu başlıktaki duyuru geldi, buna göre Thornton sanat piyasası konusunda yazmaktan uzaklaşmak istiyor ve bunu da yüzlerce olduğunu söylediği sebeplerden on tanesini vererek açıklıyor. Aslında kitaptaki ilk bölümde bu sebeplerin bir kaçından ve daha bir çok başka konudan zaten bahsediyordu. Ancak bu makale hem bir açık mektup kıvamında hem de bahsettiği sorunları daha çarpıcı bir şekilde ifade etmiş. "Sanat piyasası" kavramındaki sanat ve piyasa sözcüklerinin ne kadar ayrıştığının bir göstergesi olarak önemli bir makale diye düşünüyorum. Asıl metin TAR Magazine adlı bir dergide yayınlanmış ve Sherrie Levine'in aşağıda 2. kısımda bahsedilen işinin bir fotoğrafı da dergideki sayfada mevcut,

Top 10 reasons NOT to write about the art market

Aşağıdaki çeviri bana ait, çeviriye ve makaleye dair yorumlarınızı bekliyorum.

Son bir kaç yıldır çeşitli yayınlar için sanat piyasasını inceliyor ve yorumlar yazıyorum. Bir sosyolog olarak, sanatın ve sanatçıların etrafında dönüp duran ekonomik dinamikleri çok ilginç bulduğumu söyleyebilirim. Bununla birlikte, aşağıda on tanesini verdiğim yüzlerce sebep dolayısıyla bu tür bir gazetecilikten uzaklaşmaya karar verdim.

1. Eserleri yüksek fiyatlara erişmiş olan sanatçıları çok göz önüne çıkartır.
Kendinizi beyaz Amerikalı erkeklerin tabloları hakkında gereğinden fazla yazarken bulursunuz. Sevmediğiniz işleri ve tarihsel bağlamda önemsiz bulduğunuz sanatçıları onaylar görünürsünüz, çünkü işin finansal tarafından bahseden haberler sizin asıl anlatmak istediğiniz öyküyü şekillendiriyordur.
2. Fiyatlarını artırmak istedikleri sanatçıların reklamını yapmaları için manipülatörlere fırsat verir.
Birbiriyle sıkı fıkı olan entrikacı tüccar ve spekülatör koleksiyoner topluluğu, siz bu rekor fiyatlar hakkında haber hazırlarken bunların aslında ne gibi dolaplarla gerçekleştiğini ifşa edemeyeceğiniz gerçeğine güvenirler. Örneğin, Urs Fischer’in en kötü işleri (koleksiyoner Peter Brant’ı tasvir eden 2010 yılında yaptığı mumdan bir heykel) 1.3 milyon dolar ederken Sherrie Levine’in Fountain (After Marcel Duchamp) (1991) adındaki klasik bronz pisuarı 1 milyon doları bile göremediğinde rahatsız oluyorum. 39 yaşındaki Fischer’ın üzerine dönen; bizzat Brant’ın ve François Pinault, Adam Lindemann, Larry Gagosian gibi isimlerin ve Mugrabi ailesinin dahil olduğu ekonomik çıkar savaşları belki bu saçma fiyatı açıklayabilir. (İyi sanatçıların kariyerlerlerinin spekülasyonlarla istikrarsızlaştırılması utanç verici).

3. Hiçbir zaman bir düzene oturacakmış gibi görünmez.
Aşırı gururlu –ve müşterilerini 500 tane iyi giyimli açık artırma müdaviminin gözleri önünde ahlaksız bir gezintiye çıkarmış olan bir hilebazı ifşa edecek yeterli bilgiyi toplasanız bile, otoriteler bir türlü aralarında anlaşıp soruşturma açamazlar. Önce anti-tröst şubesinden bir kaç avukat sizi tanık olarak çağırır, sonra işin aslında dolandırıcılık şubesini ilgilendiriyor olabileceğine karar verilir. Ama o şube ya aşağıda 6. katta, ya da belki yukarlarda 21. kattadır. Kimse işin peşine düşmez.

4. En ilginç hikayeler hep iftiradır.
Sahtekârlıklar ve fiyatlarla oynamalar bir yana, sanat piyasasının içinde olan herkes bilir ki vergi kaçırma olağan bir olaydır, kara para aklama ise bazı yerlerde olan bitenin ardındaki asıl itici güçtür. Ancak yayıncınızın avukatları gayet haklı olarak bu yasadışılıkların tüm izlerini silerler. Telefonlar dinlenmeden ve para transferleri takip edilmeden tüm bunları kanıtlamak olanaksızdır.

5. Oligarşiler ve diktatörler havalı değildir.
Zengin insanlarla bir derdim yok (en iyi arkadaşlarımdan bazılarının ederi gerçekten çok yüksek!). Ancak şu anda sanat piyasasında en çok para harcayanlar arasında bu paraları demokratik olmayan ve korkunç insan hakları sicillerine sahip ülkelerde kazananlar var. Bu insanların bu gibi çürümüş sistemlerde en tepeye çıkma uzmanlıkları "kara para" terimini tam olarak karşılıyor. Bununla birlikte, bu adamlar tarafından ödenen astronomik fiyatların bir şekilde alt tabaklara yaraması gibi olumlu bir sonuç da var. Bu insanlar 20 milyon dolara bir Gerhard Richter aldığında onu satanlar (özellikle Amerikalı ve gelir vergisi erteleme konusunda hevesliyseler) bu paranın bir kısmını daha genç sanatçıların işlerine yatırırlar. Sanat dünyasına finansal hareketlilik getiren Rus, Arap ve Çinli koleksiyonerler de bu sayede daha fazla sanatçı, küratör ve eleştirmenin sanatla ilgili işlerden geçinmesini sağlarlar.

6. Sanat piyasası ile ilgili yazmak can sıkıcı şekilde kendini tekrar eden bir iştir.
Bir müzayededeki akşam satışının ortamı aşağı yukarı tahmin edilebilir. Açık artırmalarda 1’den 6’ya kadar olan lotlar genç ve seksi işlere ayrılmıştır. 13. lot umulmadık fiyatlara ulaşır. 48’den 55’e kadar olan lotlarda ise piyasanın yaşlıları için tozlu işler satılır. Bazı uçuk fiyatlar vardı şekerim ama şu şu işler de satılamadı. Rakamlar değişir ama hikaye hep aynıdır. Bana sık sık Sanat Dünyasında Yedi Gün’ü yazdığımdan bu yana ne değişti diye soruyorlar. Kitabın piyasayla ilgili olan iki bölümü ("Müzayede" ve "Fuar") söz konusu olduğunda cevabım şu: çok fazla şey değil.

7. İnsanlar size inanılmaz derecede aptalca hazırlanmış basın bültenleri gönderir.
Halkla ilişkiler bölümünde çalışanların bir sanat müzayedesinden sonra size gönderdikleri basın bültenlerini okumak kadar sinir bozucu pek az şey vardır. Güvenilir hiçbir piyasa istatistiği sunmadıkları gibi tüccarların;  "müzayede ne büyük bir başarıydı", "galeri için yeni bir rekorlar yılı", "gerçekten benzersiz bir deneyim", "sohbetlerin seviyesi eşsiz derecede yüksekti", "yüksek çapta bir sürü koleksiyoner gördük", "insanlar inanılmaz konsantre olmuşlardı", "izleyici kalitesi inanılmazdı", "gelen tepkiler şaşırtıcıydı" ve benim favorim olan, "anlamlı satışlar yaptık" gibi yavan laflarıyla uzar giderler.

8. Paranın sanatla ilgili en önemli şey olduğu gibi bir izlenim yaratır.
Paranın sesi yüksek çıkar ve bu ses diğerlerini kolaylıkla bastırır. Halkın paraya olan ilgisi sanat haberlerini gazetelerin sanat sayfalarından alıp ana sayfaya koydu… ama belki bu haberleri arka sayfalara alarak sanata daha iyi hizmet edebiliriz.

9. Sanat piyasasının nüfuzunu daha da artırır.
Sanat piyasası çok güçlü bir medya organı haline geldi. Bu piyasanın giderek müzelerin programlarını ve eleştirilerin nasıl yazılacağını belirler hale gelme nedenlerinden birisi de müzayede ve fuarların kendilerini pazarlama konusunda çok yol almış ve artık neyin haber olup olmayacağını biçimlendiriyor olmasıdır.

10. Maaşlar çok kötüdür.
Şayet sanat piyasasını onun hakkında yazacak kadar iyi tanıyorsanız ve herhangi bir miktarda bilgi ve haber kaynağına sahipseniz aslında ortalıktaki sanat danışmanlarının çoğundan daha çok şey biliyorsunuzdur.

Kendisinden bu yazıyı çevirmek için izin istediğimde çeviriye aşağıdaki eklemeyi yapmamı istedi. Asıl metnin de ulaşılabilir olması adına çevirinin altına ekliyorum.

Ek: Sanat dünyasını terketmek gibi bir niyetim yok, sadece piyasaya dair haberler yapmaya ara vermek istiyorum. Sanat piyasasını makul bir şekilde anlatan analizler yapılabileceğine hala inancım var –aslında gurur duyduğum epeyce makalem de var- ancak bir müzayede ya da bir fuarın hemen ertesi günü, o baş döndürücü ortamın büyüsüne kapılmadan bir değerlendirme yapılamayacağını düşünüyorum.

Addendum: I have no plans to abandon the art world; I just need a break from reporting on the market. I still think it is possible to write a decent reflective analysis of aspects of the market - in fact, I am proud of quite a few of my articles - but it is nearly impossible to write a next-day auction or fair report without being caught in a hall of smoke and mirrors.

Tuesday, October 23, 2012

Eadweard Muybridge / Animal Locomotion

Eadweard Muybridge'in Animal Locomotion adlı kitabını yayınlayan bir çalışma buldum. Arşivin bu yılın sonlarına doğru tamamlanması planlanıyormuş. Kendisi, insanların ve hayvanların hareketlerini gösteren 100.000'in üzerinde fotoğraf ürettiği ve 19. yüzyıl sonlarında yaptığı Zoopraxiscope adlı icadı ile fotoğraf ve modern sinema arasındaki köprüyü kuran kişilerden biri olduğu (bknz. Who's Who in Victorian Cinema) için bu arşiv gerçekten heyecan verici.

Muybridge's Home






Aşağıdaki adreste de filme çekilen -ki çekim tekniğinden dolayı Muybridge'in her bir çalışması bir film olarak değerlendiriliyor- ilk öpüşme var ve arşivi hazırlayanlar tarafından tek başına ayrı bir başlıkta verilmiş. Yazılanlara göre Muybridge'in bu çalışmada iki kadın model kullanma sebebi ise ilginç, yazarlara göre bunun sebebi Viktorya döneminde iki kadının öpüşmesinin bir erkek ile bir kadının öpüşmesinden daha masumane bulunması olabilirmiş.

Filme çekilen ilk öpüşme

Sunday, October 21, 2012

Şimdi ile geçmiş ve çok katmanlılık

Geçmiş ve şimdi gibi farklı zaman dilimlerinin bindirme (superimposition) görüntülerle anlatılmasına bayılıyorum, bu teknik özelinde bir fetiş geliştirdim galiba. Yalnız burada çıkış noktası benim için önemli; yani bu tekniğin kullanım amacının yine bu tekniğin kullanımı olmaması (örneğin çoğu Lomografik fotoğrafta olduğu gibi) gerekiyor. Daha çok, anlatılmak istenen hikayenin nasıl anlatılabileceği tasarlanırken varılan bir yöntem olduğunda değerli buluyorum ki bu, hareketli perspektif (mobile perspective) kavramının zaman eksenindeki karşılığına benzer bir yere denk düşüyor sanıyorum. Örneğin, bunu yazmaya Marie Ormières'in Holy Days serisini gördükten sonra karar verdim. Bu konuda ilk dikkatimi çeken ise Duane Michals'ın The House I Once Called Home adlı kitabındaki çalışmaları olmuştu. Özetle, eskiden yaşadığı evden kalan fotoğraflarının evin şu anki haliyle çok katmanlı halde ve metin eşliğinde sunulmasına dayanıyor. Mesela bu kitaptan çok etkilendiğim bir örnek,




Tabii Michals'ın fotoğraflarında metin de olduğundan (bu kitapta da bolca metin var), bu yazıların da fotoğrafların sizi o atmosfere çekmesine çok katkısı olmuş. Etkileyici bulduğum bir başka örnek de Aslı Narin'in My Aunt's Garden (Teyzemin Bahçesi) serisi. Projeksiyon ile "geçmiş" aile videolarının (fotoğrafın üretildiği anda "geçmiş" olması bir yana) sanatçının teyzesinin evinde "şimdi"nin üzerine yansıtılmasıyla elde edilmiş. Bu gibi çalışmalarda sevdiğim bir diğer nokta da bunlar sanatçının kişisel geçmişine dayanan oldukça öznel işler olmasına rağmen izleyicinin kolaylıkla -ve hatta hemen!- kendi geçmişine atlayabilmesi, zira izlenen görüntü durağan ve tek boyutlu olmasına rağmen içinde koca bir zaman dilimi ve hikaye yer alıyor, ve belki hikayeler ve olaylardan ziyade sadece kişiler ve yerler öznel olan.

Monday, August 27, 2012

Sergi / Stéphane Couturier

Dün TPI'deki (Le Théâtre de la Photographie et de l’Image) Stéphane COUTURIER sergisine gittim. Afişinde yer alan bindirme (superimposed kelimesinin karşılığı olarak kullanıyorum, aslında çoklu pozlamaya benzer ancak daha çok sonradan "yapılan" fotoğraflar için kullanılıyor, karanlık odada yapılan sandviç baskılar örnek olarak verilebilir) fotoğraftan dolayı pek bir umutluydum ancak -daha sonradan farkettiğim üzere sergi için seçilen işler açısından- pek beklediğimi bulamadım. Aslında tam olarak beklediğimi bulamadım diyemem, çok hoşuma giden bir kaç iş vardı ancak genel olarak fotoğraf serilerindeki (Duane Michals'ın serial narrative -seri anlatı(m)?- işleri (örneğin, Two Old Men Talking) gibi kısa zaman dilimlerinde gerçekleşen hikayeler değil de mesela Polonya'dan Aneta Bartos'un serileri gibi farklı zaman ya da mekanlara ait ancak hikaye anlatımı açısından bütünlüklü işleri kastediyorum) güçlü ve taşıyıcı işlerin yanında anlatılmak istenen hikayeyi tamamlayan işlere yer verilmemiş ya da yanlış yerde yer verilmiş olmasından dolayı zayıftı. Hatta örneğin Melting Point (Erime Noktası) serisinde yer alan bir işin yanlışlıkla isimlendirilerek seriye girdiğini falan düşündüm ki an itibariyle sanatçının sayfasında bu fotoğrafın o seride zaten yer almadığını farkettim. Bahsettiğim fotoğraf aşağıda, diğerleri verdiğim bağlantıdan görülebilir.




Bu işin karşısındayken ilk düşündüğüm şey "bu bir illüstrasyon yahu" oldu, tür olarak farklı olmasının yanında Melting Point'teki anlatı ile ilişkisini ise hala çözebilmiş değilim ancak belki de bir isimlendirme yanlışlığıdır, emin değilim. Bunun yanında, sergi mekanında bazı işlerin büyük boy baskıları yer almasına rağmen bu işlerin serileri bozacak şekilde ayrık yerleştirilmiş olmalarından ve bu serilerden bence iyi bir seçim yapılamamış olmasından dolayı aynı seriler İnternet sayfasında çok daha etkileyici görünüyor. Mesela her bir fotoğrafta fotoğrafın adının yanısıra hangi seride yer aldığına özellikle baktığımı hatırlıyorum. Özellikle, çok katlı binaları çağımızın anıtları olarak gösterdiği Monuments; ve anladığım kadarıyla küreselleşme bağlamında iç içe geçmişliği ve (otomobil fabrikasından görüntülerle gönderme yaptığı) tektipçi, neredeyse seri üretilen -yaşayan, sürekli değişen ancak giderek birbirine yakınsayan- yapılaşmaları anlattığı Melting Point serileri İnternet sayfasında çok daha iyi sunulmuş. Eski-yeni karşıtlığını anlattığı In Between serisinin ise sunumu en azından beklendiği gibiydi.




Varlıklarından sanatçının İnternet sayfasından haberdar olduğum video işlerini ise sergi mekanında göremedim, TPI'nin sayfasında ise bu videoların sadece 30 Haziran'daki sergi açılışında, sanatçının da katılımıyla gösterildiği yazıyor. Genelde fotoğraf serilerindeki hikayeleri destekler tarzda olanları (örneğin en son Cer Modern'de gördüğüm Erwin Olaf'ın serileriyle birlikte sunulan videoları) hikayeyi tamamlayıp hikayenin içine daha rahat çekilmemizi sağlayabiliyor, zira genelde ekran-kulaklık çiftiyle sunuldukları için daha yalıtılmış bir ortam yaratıyor. Sanatçının sayfasından izlenemeyen videoları da seri işleriyle aynı bağlamda üretilmiş işler gibi duruyor, ancak buna rağmen bu gösterim neden sürekli yapılmadı fikrim yok. Üstelik mekanda bir ekran da var ancak genelde yaptıkları gibi yine sanatçı ile ilgili belgesel, röportaj, vs. yayınlanıyordu. Hikayeleri çözmeye çalışırken bir aynı odanın farklı bir yerinde röportajın sesinin gelmesi fotoğrafların pek yararına değildi. Böylelikle küratörün önemini vurguladıktan sonra sanatçıya geçiyoruz; sergi tanıtımında eski bir mimari fotoğrafçı ve "şehir arkeoloğu" (bu isimde bir serisi de var) olarak tanımlanmış, işleri de zaten mimari ağırlıklı ve globalizasyon, düzen-kaos, yaşayan/değişen bir organizma olarak şehir bağlamında iç içe geçmişliği ve düzen-karmaşa birlikteliğini ve çelişkisini anlatıyor. 1994 yılından beri bu seriler üzerinde çalışıyormuş ve 2003 yılında Niépce ödülünü almış (bu gibi şeylerden çok etkilenen bir bünyeye sahip değilim, "böyle de bir ödül varmış" demek için yazıyorum). Bindirme tekniği kullandığı işlerinde çok detaylı sahneler ortaya çıktığından olsa gerek büyük format bir kamera ile çalışıyormuş. Perspektifi de mümkün olduğunca yok edip üst üste binmiş ve düz fotoğraflar üretiyormuş -ve hatta fotoğrafa baktığınızda ilk olarak gözünüze çarpan bir detay olmasını istemiyormuş. Birbirine yakınsayan ve giderek aynılaşan yapılaşmayı anlatmak için çok akıllıca kullanılmış bir yöntem, gerçekten fotoğraflarından aklımda kalan bir detay hatırlamıyorum.

Sergi mekanından diğer fotoğraflar ise şöyle,






Wednesday, August 15, 2012

Bir "yara" olarak fotoğraf

Roland Barthes'in fotoğraf algısına salt kişisel yaklaşımını çok sevdim. Genelgeçer beğeni ölçütlerini dışarıda bırakarak ve "Neyi beğeniyoruz?" yerine "Neyi beğeniyorum? Ve neden?" sorularını sorarak fotoğrafın aslında ne kadar "kişisel" olduğunu vurguluyor. Elimde Türkçe kopyası olmadığından İngilizce'sinden alıntılıyorum, altta çevirisi var.

Photography could not, in my mind, be separated from the "pathos" of which, from the first glance, it consists. I was like that friend who had turned to Photography only because it allowed him to photograph his son. As Spectator I was interested in Photography only for "sentimental" reasons; I wanted to explore it not as a question (a theme) but as a wound: I see, I feel, hence I notice, I observe, and I think.
"Fotoğraf, bana göre, aslında var ettiği "pathos" kavramından ayrı düşünülemez. Fotoğrafa sadece oğlunun fotoğraflarını çekmesini sağladığı için başlayan arkadaşım gibiyim. Seyirci olarak fotoğrafla sadece "duygusal" sebeplerle ilgiliyim; onu bir soru (ya da bir konu) olarak değil bir yara olarak keşfetmek istiyorum: görüyorum, hissediyorum, bu sayede farkediyorum, gözlemliyorum ve düşünüyorum."

Yara'nın burada, sadece sahip olanın anlayabileceği bir metafor olarak kullanılmasına bayıldım. Pathos da zaten "merhamet ve sempati gibi his uyandırma gücü veya yeteneği" olarak geçiyor. Bu tarzını açıkladıktan sonra ileri sürdüğü Studium ve Punctum kavramları da bu kişisellik bağlamında tanımlanmış. Studium bir fotoğrafın ilgimizi çekmesini ve/ya onu beğenmemizi sağlayan ve kültürel geçmişimizden türeyen birikimimize karşılık gelirken Punctum iyice kişiselleşerek Studium sayesinde ilgilendiğimiz fotoğraftan (varsa) çıkıp gelen ve bizi vuran detaya ya da nesneye karşılık geliyor. Örneğin kitapta yer verdiği ya da sözünü ettiği fotoğrafların orada olma sebebi Barthes'in Studium'u ile birlikte -o fotoğraflarda etkilendiğini söylediği nesneler ve detaylar olduğu için ise- yine onun Punctum'u. Herkes bu fotoğrafları seçmeyebilir ya da -seçse bile- Barthes ile aynı Punctum'u paylaşmayabilir. Örneğin Görsel Antropoloji dersi için bir öğrenci tarafından hazırlanan videoda bir Loretta Lux fotoğrafı üzerinden Punctum'un kişiden kişiye nasıl değiştiği inceleniyor.

Film on Barthes Punctum and Studium

Burada çekimi yapan öğrenciye göre fotoğraftaki Punctum çocuğun giysisindeki doku iken fotoğrafı gösterdiği diğen insanlara göre saçı olabiliyor (fotoğrafın gerçekçi görünmediğini ya da kurgu olduğunu söyleyenler için bu fotoğrafta onlara göre bir Punctum olmadığını düşünüyorum, videonun sahibi ise bunları farklı bir Punctum olarak yorumlamış anladığım kadarıyla). Değişik coğrafyalardan değişik fotoğraf tarzlarının ortaya çıkması (en belirgin farkedebildiğim örnekler olarak Fransız ve İskandinav -ve hatta orada eğitim almış- fotoğrafçıların eserleri aklıma geliyor) da yine ortak/etkilenilmiş bir Studium'un varlığına işaret ediyor. Arada klasiklere dönüş gerçekten fena fikir değil.

Koleksiyoncu ile görülmek, fahişe ile görülmek gibiydi...

Sarah Thornton'un kitabı Seven Days in the Art World sonunda elime geçti. Kitabı karıştırırken rastgele açtığım bir sayfada John Baldessari'nin söyledikleri kitaba dair beklentilerimi (genel olarak aşağıdaki dönüşümün nasıl gerçekleştiği sorusu) karşılamaya yönelik umut verici.

I came out of a generation where there was no connection between art and money, then all of a sudden, in the 1980s, money came into the picture. Before that, collectors were very scarce, so when they turned up, I just reacted. I didn't want to have that connection. It was like being seen with a hooker. I wanted to stay pure. I thought, 'You buy my art, not me. I don't want to be at your dinners'. Then I slowly realized, hmmm, that collector, he knows a lot about art, he's not so bad. One at a time, gradually, it dawned on me that you can't condemn by type.

Çevirisi ise şöyle olabilir: "Bizim nesilde para ile sanatın hiçbir bağlantısı yoktu, 1980'lerde para birden bire işin içine girdi. Öncesinde, koleksiyonerler çok enderdi, bu yüzden de ortaya çıktıklarında tepki gösterdim. Onlarla bağlantım olsun istemedim. Koleksiyonerle bağlantının olması tıpkı bir fahişeyle görülmek gibiydi. 'Sanatımı satın alıyorsunuz, beni değil. Yemeklerinize katılmak istemiyorum' demiştim. Sonra düşündüm ki, hmmm, şu koleksiyoner, sanat hakkında çok şey biliyor, hiç fena değil. Birer birer, ve zamanla, genelleme yapmamak gerektiğini farkettim."

Sunday, July 22, 2012

Fotoğraf izleyicisinin çıplaklıkla imtihanı ve bir adam kaçırma hikayesi

International Center of Photography'nin eski küratörlerinden Anne H. Hoy'un Fabrications: Staged, Altered, and Appropriated Photographs adlı kitabında okuduğum bir hikayeye göre Les Krims adlı kavramsal sanatçı "şahıs" tarihte adam kaçırmaya sebep olan tek fotoğrafa imza atmış. Tarihe adınızın bu şekilde düşülmesini geçtim, kaçırma olayında istenen fidyenin Krims'in fotoğraflarının duvardan indirilmesi olması normalde bu gibi kışkırtıcı fotoğraflara verilen tepkilerin çok ötesinde. 70'lerin başında Memphis'te gerçekleşen olaya göre Krims'in sergisinin yapıldığı galerideki görevlilerden birinin çocuğu kaçırılıyor ve fotoğraflar kaldırılmadığı sürece afacanın teslim edilmeyeceği söyleniyor. Ayrıca porno-karşıtı bir feminist grup da bir kaç yıl sonra yine Krims'in bir sergisindeki fotoğrafları parçalıyor ve üzerlerine çikolata şurubu döküyor. Tartışmalı fotoğraflar Krims'in sayfasından görülebilir.

70'lerin Amerika'sındaki tepki ile Türkiye ve başka yerlerdeki tepkiyi karşılaştıracak değilim ancak çıplak görselin fotoğraf olması durumunda verilen tepkilerin boyutlarının aynı memenin heykel ya da resimde görünmesi durumunda verilenlerden farklı olması bana hep ilginç gelmiştir. Hikayenin yer aldığı ve yukarıda adresini verdiğim sayfada görülen Polaroid'lerin -üzerinde yapılan oynamalardan dolayı- gerçekle pek bağı kalmamış olsa bile.

Saturday, July 14, 2012

Fotoğrafta rengin sembolik kullanımı / M. Çağatay Göktan

Kocaeli Üniversitesi Fotoğraf Bölümü'nden M. Çağatay Göktan'ın "Renk Unsurunun Fotoğraf Sanatında Sembolik Olarak Kullanımı" başlıklı makalesini keyifle okudum. Makalede verilen örnekler ve çeşitli düşünürlerden yapılan alıntılar savunulan fikirlerle çok iyi örtüşüyor ve fotoğraf eleştirisinde de yararlanılabilecek kavramlar. En azından eleştiri konusunda altın kesim ya da denge gibi modernist ölçütlerin dışına çıkmamıza yardımcı olacak bilgiler. Türkiye'de bu gibi teorik konularda ya pek kaynak yok ya da benim gibi herhangi bir Güzel Sanatlar bölümüne yolu düş(e)memiş kişilerin karşısına pek çıkmıyor. Dernek ya da atölye çalışmalarında bu konularda tek tük eğitimlere rastlasam da günlük sohbetlerimizde fotoğraf makinesi fetişizminin dışına pek çıkamıyoruz ne yazık ki. Renk sohbetlerimiz de "ne güzel kırmızı"nın ötesine ve bu gibi göndermelere geçemiyor. O yüzden bu gibi makaleleri bulduğum zaman gerçekten mutlu oluyorum. Var mıdır sizin bu konuda bildiğiniz başka yazılar? Bu makalenin kaynakçasındakileri göndermeyiniz, yakalarım, sonra bilemedim göremedim olmasın. Afiyetle efendim,

Renk Unsurunun Fotoğraf Sanatında Sembolik Olarak Kullanımı

Thursday, July 12, 2012

Bir ruhsal boşluk dolgusu olarak sanat eseri

Sanat Dünyasında Yedi Gün adlı kitabını okumak için sabırsızlandığım Sarah Thornton Economist'te yayınlanan makalesinde  şöyle demiş,

Buying art doesn’t just offer a sense of community, it engenders feelings of victory, cultural superiority and social distinction. Some say that it even fills a spiritual void. The term most commonly used by collectors, however, is that buying art gives them a “high”.

Yani sanat eseri satın almak sadece bir topluluğa aitlik hissi vermekle kalmıyor; zafer, kültürel üstünlük ve sosyal ayrıcalık hissi uyandırıyormuş. Bazıları bunun ruhsal bir boşluğu doldurduğunu bile söylüyormuş. Sanat eseri satın alanlar tarafından çok sık kullanılan bir deyim ise sanat eseri almanın satın alana "yükseklik" kazandırmasıymış. Makalede açık artırma ile değil de bir sanat fuarından eser almanın "zorluklarından" da bahsediliyor, eserle ilgilenenlerin birden fazla olması durumunda isim yazdırdıkları bir listenin oluşturulması ve bu listeden "eseri satmanın prestijli olacağı düşünülen" alıcının seçilmesi söz konusuymuş. Aslında prestij kelimesi geçmiyor makalede ama eserin yeni evinin hangi koleksiyon ya da müze olacağı en azından eserin fiyatı kadar önemli olsa gerek. Zira olayın geçtiği zaman haberde yazmamakla birlikte Harry Potter arkadaşımız bir resim satın almak istediği Freize Sanat Fuarı'nda "daha prestijli bir alıcı beklendiği" sebebiyle reddedilmiş (bknz. Radcliffe rejected by a frosty Frieze dealer). Herif zaten ergen, büyük ihtimalle kimsenin onu anlamadığını falan düşünüyor, bir de üstüne bu olay, çok yazık. Thornton'un makalesi bağlamında buradaki ikileme de dikkatinizi çekmek istiyorum. Çocuk burada sanat eseri alarak sanata meraklı selebritiler kervanına katılmaya çalışırken prestijin yok diyorlar sanat eseri vermiyorlar, tam bir paranla rezil olma durumu, esef verici.

Monday, June 4, 2012

Hayallerimle oynadın Stokholm Fotoğraf Haftası

6 ay kadar öncesinde heyecanla başlayan Stokholm Fotoğraf Haftası planlarım bundan bir kaç gün önce tam bir hayal kırıklığıyla son buldu.


Aslında bu etkinliğe dair şüphelerim bir ay kadar öncesine rastlıyor. Kendilerinden aldığım e-posta duyurularının tek bir tanesinin bir sergiden bahsetmemesi ve özellikle son zamanlara doğru artan bir şekilde sanatçı konuşması, workshop, vb. biletleri satmaya çalışmaları -ve bunu "haydi son koltuklar" tarzında yapmaları- kafamda soru işaretleri uyandırmıştı. Ancak etkinliğin yapılacağı mekanın yeni açılan Fotografiska (The Swedish Museum of Photography) olması ve bu müzenin bu etkinlikten bağımsız olarak zaten sergiler düzenliyor olması daha sonradan boşa çıkacak olan beklentilerimi korumama neden oldu (neyse ki başta 5-6 gün olarak planladığım Stokholm kalışımı Geri'nin "aile kökenlerine yolculuk" ziyaretleri, Tyresta Milli Parkı'nda kamp gibi etkinliklerle sulandırmıştım!). 30 Mayıs'ta bir öğleden sonra ziyaret ettiğim Fotografiska'da; Helena Blomqvist'in kendi tasarladığı maketler ve modellerle kurguladığı fotoğraflarının olduğu ilginç sayılabilecek bir sergi, August Strindberg'in gayet ilginç işlerinin olduğu bir sergi, Caravaggio'nun resimlerini andıran işleri olan Julia Hetta fotoğraflarından bir sunum gösterisi ve kafeterya bölümünde sergilenen karma fotoğraflar dışında bir şey göremedim -bir de kitap satışı yaptıkları bölümün hakkını yiyemem, hiç bu kadar fazla ve bilindik fotoğraf kitabını bir arada görmemiştim. Etkinlik öncesinde 3 Haziran'da yapacağı konuşmanın biletini satın almam için sürekli sıkboğaz edildiğim Sally Mann'in sergisi Stokholm Fotoğraf Haftası tarihlerine denk gelen 30 Mayıs tarihinde açılmamıştı bile! Etkinliği güçlendirebilecek böyle bir sergiyi neden etkinlik başlangıcıyla birlikte açmadılar bilmiyorum. Üstelik Open Portfolio Night adlı etkinliği sadece bir gün ve onda da iki buçuk saat boyunca açık tutmak da şahane bir organizasyon yeteneğine delalet gerçekten, katılımın bu kadar fazla olduğu bir etkinliği iki buçuk saate sıkıştırdıkları için tebrik ediyorum kendilerini. Web arayüzünden tutun da yeme-içmelik mekanlarına kadar arayüze/tasarıma çok önem verildiği ve çok para harcandığı belli olan ve böyle iddialı bir isme sahip bir etkinliğin fotoğraf içeriği açısından fare doğurmuş olması gerçekten canımı sıktı.

Bu karşılaştırma ne kadar doğru bilmiyorum ama çok iddialı ve yırtıcı bir pazarlama/reklam kampanyası yürüttükleri ve beni gönderdikleri e-postalarla neredeyse rahatsız ettikleri için ders olsun kendilerine: sadece giriş biletiyle Roger Ballen'dan Allan Sekula'ya bir çok ismi dinlediğim ve bir kaç hafta gezilse yetmeyecek sergilerin olduğu Paris Photo'dan sonra kekremsi bir tat bıraktın bende Stockholm Photography Week, sonraki yıllarda ancak yolum düşerse görüşeceğiz.

Sunday, May 13, 2012

Terry Barrett / Fotoğrafı Eleştirmek

Okuduğum herhangi başka bir kitaptan bu kadar şey öğrenmemiş olabilirim. Kitabın çevirisi çok çok iyi, Yeşim Harcanoğlu yapmış ve Terry abi kitabı Türkçe yazmış dedirtecek kadar akıcı. Dolu dolu olması da sırf fotoğraf eleştirisi üzerine olmamasından geliyor, ya da aslında öyle, ama eleştiri için gerekenleri de işin içine katınca işin boyutu fotoğrafın sınırlarını aşmış. Kitapta sözü edilen eserler, sanatçılar, kuramlar, vs. çok Batı eksenli ancak Türkiye'de konuştuklarımız, öğrettiklerimiz ve öğrendiklerimizin tamamı da o aynı Batı'dan geliyor ve zaten kafamızı pek doğuya çevirmiyoruz. Yazar Amerikalı, Sanat Eğitimi konusunda dersler veriyor ve sanat eleştirisi üzerine başka kitapları da var gördüğüm kadarıyla.

Bu kitabı bu kadar önemsememin sebebi ise ondan çok fazla şey öğrenmiş olmamın yanında şu ana kadar bildiğim şeyleri gözden geçirmemi veya yeniden tanımlamamı sağlamış olması. Yazar önce eleştiriyi tanımlıyor, değişik eleştiri türlerini ve amaçlarını açıklıyor, ondan sonra da fotoğraf eleştirisi yapabilmek için fotoğraftaki muhtemel göndermeleri, sembolleri çözmekten; karşılaştırma yapılacaksa ne ile ve nasıl karşılaştırma yapılacağından, karşılaştırma ölçütlerinin belirlenmesinden; fotoğrafı çekenin yaptığı seçimleri ve bu seçimin biçim ve anlamı nasıl etkilediğinden, fotoğrafın içinde sunulduğu bağlamı ve hatta fotoğrafçı ile tanışıyorsak aramızdaki ilişkiden, vb. gibi genişçe bir yelpazeden bahsediyor. Ama bunu yaparken de sözü hiç dağıtmıyor, hiç konudan saptığını ya da editör kişisiyle  tanışmamış bazı yazarların yaptığı gibi sizi iki paragraf arasındaki sürekliliği bulmak için kafa patlatmaya zorlayan bir kitap değil. Son kısım biraz sıkıcı, çünkü (büyük ihtimalle) kolej öğrencilerine "bak ben senin büyüğünüm" tarzında insan ilişkileri bağlamında eleştiriyi anlatıyor, sesini çok yükseltme, karşıt görüşlere hazırlıklı ol falan gibisinden. Ama onun dışında bir kaç defa okunabilecek bir kitap. Özellikle kuramsal konularda, şimdiye kadar okuyup anlamaya çalışmama rağmen hep yarım yamalak anladığım Derrida, Benjamin, Foucault, Modernizm/Postmodernizm, Yapısalcılık/Postyapısalcılık, vb. gibi isimler ve kavramlardan eleştiri bağlamında yararlanıyor ve sadece "Derrida ne demiş?" yerine "Derrida bunun neresinde?" gibi bir soru sorarak başlangıçtan daha öteden başlıyor anlatmaya ve Derrida'nın ne dediğini ilgili soruyu cevaplamakta kullanarak açıklıyor. Bu sayede okuduklarımı "bu sefer" anlayarak okuduğumu söyleyebilirim. Tabii sadece teorik tartışmalardan ibaret değil kitap, adını duyduğumuz ya da en az bir fotoğrafını gördüğümüz neredeyse tüm isimlerden ve fotoğraf anlayışlarından bahsediyor. Bir de yeni (ilk basım 1990, o kadar yeni) bir fotoğraf sınıflandırma yöntemi öneriyor: Betimsel, Yorumsal, Etik Açıdan Değerlendirici gibi sınıfların olduğu ki verdiği örneklerle ve neden böyle olması gerektiğini açıkladığı kısımlar iyi örtüşüyor.

Neredeyse bir yıldır okunmayı bekleyen bu kitabı dün bitirdim, şimdi de altını çizdiğim yerleri ve aldığım notları gözden geçirmeye başladım. Dipnotlarda alıntı yaptığı kitaplar ve makalelerle birlikte tümden bir gözden geçirme yapabilmeyi umuyorum zira buralarda da çok sıkı kaynaklar var gözüme çarpan. Uzun zamandır aklımdaydı okuduğum kitaplar için bunu yapmak. Bir okuma kadar zaman alacak belki ama bu kitap için değer. Okuyunuz, okutunuz efendim.


Criticizing Photographs: An Introduction to Understanding ImagesCriticizing Photographs: An Introduction to Understanding Images by Terry Barrett
My rating: 5 of 5 stars



View all my reviews

Tuesday, May 8, 2012

Damien Hirst vs. Ergen genç

Sanatta esinlenme, etkilenme ve hırsızlık arasındaki çizgilerin inceliği yüzünden kesin sonuçlanamayan ve kesin sonuçlanamadığı için bitmek bilmeyen tartışmalarla zaman zaman karşılaşıyoruz. Yalnız aşağıdaki gibi bir örnekle daha önce karşılaşmamıştım. Damien Hirst adlı şahıs (şahıs diyince iyice yargıya varmış gibi oldu) (bu arada aynı şahıs İngiltere'nin yaşayan en zengin sanatçısı diye anılıyor) hakkındaki iddialar ciddi ve örneklerle ortaya dökülmüş durumda. Örneğin bir zamanlar arkadaş olduklarını ve birlikte sergi açtıklarını öğrendiğim John LeKay, fikirlerinin Hirst tarafından "sanatsal esinlenme ve kişisel özgünlük olmadan, sadece daha ticari hale getirilerek" çalınıp kendisininmiş gibi sunulduğunu iddia ediyor. Tabii bu iki sanatçının eserlerine biçilen fiyatları karşılaştırmamız gereksiz.
"Imitation may be flattery, but not when Hirst is taking both the financial and artistic credit for their ideas, say Lekay and Precious. LeKay has never sold anything above £3,500, while Hirst's set of three crucified sheep was a reported £5.7m. Precious's butterflies sold for £6,000 against Hirst's version for £4.7m."

Bununla ilgili detaylar şu adreste,

The Guardian, Damien Hirst faces eight new claims of plagiarism

Bundan başka bilindik yayınlar tarafından da bu iddialar dile getirilmeye başlanmış,

The Telegraph, Damien Hirst faces new plagiarism claims
BBC, Damien Hirst art works 'inspired by others'
Artinfo, Is Damien Hirst a Serial Plagiarist?

Ve bu haberlere genelde kaynaklık ettiğini gördüğüm sayfa şurada, THE ART DAMIEN HIRST STOLE.

Peki bunun neresi ilginç, ya da daha önce karşılaşmadığım "aşağıdaki gibi bir örnek" ne? Şudur efendim,

Damien Hirst 'threatened to sue teenager over alleged copyright theft'

Buna göre Damien Hirst, "For the love of God" adlı elmaslarla kaplanmış kafatası eserinin -ki bu eser hakkında daha önce arkadaşı olan bir sanatçının şimdilerde Hirst'i kendisinin eserini çalmakla suçladığını hatırlatırım- bir fotoğrafını kendi kolajında kullandı ve bu nedenle telif haklarını ihlal etti diye 16 yaşında bir ergeni dava ediyor ve eseriyle birlikte kazandığı parayı istiyor.

Monday, May 7, 2012

Sanat piyasasına dair

Bir ya da iki yıl kadar önce Nazif Topçuoğlu kitaplarına bulaşmam sayesinde farkına vardığım -ve en azından gözardı etmemeye başladığım sanat piyasası üzerine güzel sorular soran bir makale buldum. Özellikle sanat eserlerinin yatırım aracı haline dönüşmesi, kriz dönemlerinde ekonomik varlığın değerini korumak için başvurulması (Altın Standardı yerine Damien Hirst Standardı?), koleksiyoncu/sanatçı/eleştirmen ilişkisinde ve genel olarak sanat piyasasında koleksiyoncunun giderek artan etkisi ve sanat eserinin değeri/fiyatı/anlamı gibi başlıklara değiniyor. Mesela şöyle bir tesbiti var yazarın,

There is a need within art to maintain a degree of accountability within its own market to ensure that the value is not only determined by those collecting the physical artworks.

Afiyetle,

Art as an Autonomous Commodity within the Global Market

Friday, April 27, 2012

Otomatik ayarları kullanmayın, görülmeyeni görün...

Uluslararası Fotoğraf Sanatı Fenedarasyonu FIAP, fotoğraf makinelerinde manuel ayarların kullanılmasını teşvik etmek amacıyla etkileşimli bir video hazırlamış ve otomatik ayarları kullanmayı bırakmak "sadece başlarda korkutucudur" mesajı vermiş. Makinenizi alıp hemen teşvik olmaya ve mesajınızı almaya başlayabilirsiniz,

What Is There in the Darkroom?

Alt metin okumaları yapılması durumunda ise; uzun pozlama ile deneysel çalışmalarda bulunulması, tripodun sadece gece çekimleri için olmadığının farkına varılması ve lenslerin f/5.6, vb. gibi bir kaç durak kısık ve en keskin değerlerinde kullanılması gibi gizil mesajlara da gebe olduğunu düşünüyorum bu çalışmanın. Ayrıca adam içerideyken kapıdaki yazının değişmiş olması da cümledeki gizli özne.