Sunday, November 25, 2012

Kasım, Paris, Topuk Ağrısı / 1. Gün

Kasım'da Paris'te çok fazla fotoğraf etkinliği var ve bunun bir sebebi de aslında 1996 gibi yakın bir tarihte kurulmuş olmasına rağmen bu yıl bünyesinden Paramount Pictures stüdyolarında gerçekleşecek olan "Paris Photo Los Angeles" adlı bir garip etkinliği çıkartacak hale gelmiş Paris Photo'nun ziyaretçilerinden diğer etkinlik sahiplerinin nemalanma çabası gibime geliyor. Zira genç fotoğrafçıların tanıtıldığı festivallerden tutun da 160 yıllık daguerréotypeların satıldığı açık artırmalara kadar bir çok etkinlik Kasım ayına toplanmış. Dört ayrı yazıda gün gün gördüklerimi ve aldığım notları yazacağım.

Fondation Calouste Gulbenkian / European Identities

Tarih 15 Kasım ve burası ilk durağım. Paris Photo 15-18 Aralık tarihlerinde yapılacak ve bugün ilk günü ancak geçen yılki gibi hergün gitmek yerine sadece son iki gününe gitmeyi planlıyorum. Bunda bu yıl 28 EUR olan bilet fiyatları ve Paris Photo dışında da çok fazla etkinlik olması etkili oluyor. Paris Photo sayfasında o tarihler arasında başka hangi etkinlikler olduğunu duyuruyor ve bu liste oldukça uzun. Orada dikkatimi çeken sergilerden biri de 12 genç fotoğrafçının Avrupa kimliklerini (European Identities) anlattığı işlerinin yer aldığı bu sergi idi. Yer, Üsküdar doğumlu Ermeni bir işadamı olan Calouste Gulbenkian'ın vasiyeti üzerine kurulmuş ve daha çok sanat ve eğitim alanlarında faaliyet gösteren bir vakfın Paris'deki ofisi. Sergi başlığının göçün yarattığı çoğul kimlikliliği de içerdiği yazıyor ancak burada bir kaç serinin konuyla ilgisini çözemiyorum -örneğin João Grama'nın işleri- ancak bir kaç tane ilgimi çeken seri var. Sergide fotoğraf çekmeme izin verilmedi ancak sergideki bir çok fotoğraf kurumun sayfasına da koyulmuş: tüm fotoğrafçıların olduğu sayfa şurada. Yalnız bu sayfada ve fotoğrafçıların bilgilerinin yer aldığı alt sayfalarda fotoğraflarına dair tek bir metin olmaması canımı sıktı. Özellikle konu ile ilgisini kuramadığım fotoğrafçıların metinlerini okumak isterdim. Kişisel yorumlarım ise şöyle:

Catarina Botelho meseleye ilginç bir yerden, yıkanma alışkanlıklarından yaklaşmış ama işi biraz doğu belgeseli (ya da Avrupa için güney de olabilir) gibi görünüyor, çoğul tarafı eksik kalmış bana kalırsa. Mekan bağlantısı olarak da Avrupa'dan kopuk kalmış, yani "Avrupa'daki Avrupalı olmayan mekanlar" gibi bir etkileşim verilmek istenmiş gibi geldi bana ama mekan olarak Avrupa'yı izlediğimi hissetmedim fotoğraflara bakınca. Davide Monteleone göçün başlangıcına gitmiş ve serisini çok etkileyici buldum. Sadece bir kaç fotoğrafta göçü ortaya çıkartan sebeplerden göç sırasında yaşananlara kadar bir çok hikaye anlatmış. Monica Larsen'de de entegre olma/olamama ve göç edilen yerde dahil olunan sınıfları buldum. Özellikle, farklı bir kültürde sahip olduğunuz yaşam alanı ile "dışarı"nın ayrımının daha da belirginleşmesi ve bu nedenle zaman zaman "içeri"de yaratılan dünyanın dışarıdan büyük hale gelmesi gibi bir anlam çıkardım ki Fransa'daki hayatımda sık sık deneyimlediğim bir hikaye bu. Marie Sjøvold'un çok şeyler düşündürebilecek ve hatırlatabilecek fotoğraflarını sevdim ama konuyla bağlantısını çözemedim. Pietro Masturzo ise uzaklık bağlamında gidenler ve geride kalanların ilişkilerini işlemiş gibi görünüyor ve ana teması belli ancak öykülendirirken yine çok farklı şekillerde yorumlanabilecek bir seri çıkmış ortaya ancak hala Marie Sjøvold kadar açık uçlu olmadıklarından sergi temasıyla da gayet iyi örtüşüyorlar.

Petit Palais / Modernism or Modernity

Sonraki durak yine şehrin batısında yer alan Petit Palais'deki Modernism or Modernity sergisiydi. Bu sergide, Gustave Le Gray'nin 1850-60 yıllarında Paris'teki fotoğraf atölyesindeki öğrencileriyle ürettiği çalışmalar yer alıyor. Çalışmaların 150 yıl öncesine ait olmasıyla ilgili olsa gerek, yapılan çekimlerde fotoğrafın henüz bir anlatım aracından ziyade gösterme aracı olarak değerlendirildiği belli oluyor. Zira Le Gray'nin ve öğrencilerinin fotoğrafları neredeyse aynı, yani öğretmen ile öğrenci farklı zihinsel aktiviteler sonucunda fotoğraf üretmemişler ve yaptıkları üretimler daha çok nesnelerin görüntüsünün kağıt ve cam negatiflere mümkün olan en net ve detaylı halde kaydedilmesi temel amacı doğrultusunda gerçekleştirilmiş. Yani ikisi de "ortam" üzerine kafa yormuş. Burada detaylar, dokular ve manzaralar öne çıkıyor ki bunun bir diğer sebebi de o dönemde mümkün olan pozlama süreleri olsa gerek. Serginin ikinci kısmı ise ilginç: burada daha önceden Félix Nadar beyefendiye ait olarak bilinen ancak sonradan kendisinden 5 yaş küçük olan kardeşi Adrien Tournachon'e ait olduğu ortaya çıkan fotoğraflar yer alıyordu. Ancak sergide fotoğraf çekme iznim olmadığına dair uyarılana kadar bu kısma varamadığım için buradan fotoğraf gösteremiyorum. İnternet'te de henüz buna dair bir içerik bulamadım. Hemen girişte çekebildiğim bir fotoğraf ise şöyle,




Burada sağdaki fotoğraf kendisinin öncüsü olduğu "zamanının HDR'ı" olarak adlandırabileceğimiz gökyüzü ve deniz için farklı negatifler pozlayarak aydınlanma değerlerinin farklılığı yüzünden deniz ya da gökyüzünden feda etmeden ikisinin de yer aldığı baskılar yapılabilmesini sağlayan yönteme bir örnek.

Sotheby's / Photographies Paris | November 16, 2012

Sotheby's ya da Christie's gibi mekanları en azından açık artırma dönemlerinde satılacak fotoğrafları ücretsiz sergiledikleri ve bu fotoğraflar arasında fotoğraf tarihinden bir çok ismin baskılarını görebildiğim için seviyorum. Artık fotoğrafların fiyatlarına ve satılıp satılmadığına dair merakımdan da kurtulduğum için biraz daha fazla keyif alabildiğimi de söyleyebilirim. Zira diğer şekilde bilgi kartlarında fotoğrafçıya dair bilgi olarak sadece isim ve doğum/ölüm tarihlerini yazan bu mezar kazıcılar kafada çok ilginç soru işaretleri oluşturabiliyor ve bu soru işaretlerinin cevapları sanatın sınırlarını sıklıkla aşıyor ve ekonominin alanına giriyor. Burada çektiğim fotoğraflardan bazıları şöyle,

Bu Irving Penn fotoğrafına ve baskısına hayran kaldım. Şu adresten büyük halini incelemenizi öneriyorum. Ankara'daki karanlık odamı özlediğim anlardan biri.




Yine çok iyi bir baskı, bu sefer bir Peter Lindbergh fotoğrafı, içerik olarak da "haydi dönemin en ünlü mankenlerini yan yana dizelim" gibi bir teması var,






Mezar kazıcılar iş başında, Diane Arbus'un bir kontak baskısı ve içinde bu fotoğrafı arkadaşına gönderdiği zarf,






Merak edenler için açık artırma sonuçları da şöyle: Photographies Paris

Louis Vuitton / Journeys - Wanderings in contemporary Turkey

Tam adı Louis Vuitton Espace Culturel olan bu mekanda Journeys - Wanderings in contemporary Turkey (Seyahatler: Çağdaş Türkiye'de Gezintiler) adında bir sergi var ve Murat Akagündüz, Halil Altındere, Silva Bingaz, CANAN, Gözde İlkin, Murat MorovaIhsan Oturmak, Ceren Oykut, Tayfun Serttaş, Ali Taptık ve Hale Tenger'in işleri sergileniyor. Yine Kasım ayındaki ziyaretçi sayısından yararlanmak amacıyla olsa gerek bir çok ülkenin kendi fotoğrafçılarını tanıtan etkinlikler yaptığını gördüm. Örneğin, Institut Hongrois'da Macaristan ya da Institut Suédois'da İsveç bu ülkelerdeki fotoğrafçıları tanıtıyordu. Louis Vuitton'daki bu sergi de Türkiye'den sanatçılar için bu görevi görmüş. Ziyaretçileri dışarıda ve girişteki salonda Ali Taptık'ın fotoğrafları karşılıyor. Kendisinin günlük hayattan ve yaşadığı çevreden öykündüğü serilerini izlemeyi seviyorum ve hikayeleştirme yöntemini beğeniyorum ancak bu mekandaki yeri hoşuma gitmedi. Çok ön planda olması tanıtım açısından iyi olabilir ancak buralar fotoğrafları izlemek için uygun değil. Hele dışarıdaki seçki (Kaza ve Kader ile Nothing Surprising serilerinden oluşturulmuş) sadece sokaktan görülebildiği için fotoğraflarla yalnız kalabileceğiniz bir yer değil. Şahsen fotoğraflarını yukarıdaki salonda izlemek isterdim. Champs-Élysées'de yer alan şöyle bir yerden bahsediyorum, yansıma olmadan fotoğrafını bile çekemedim,




Bu da girişteki salon,




Bir görevlinin eşliğinde ses ve ışık geçirmeyen bir asansör ile diğer sanatçıların işlerinin olduğu salona çıktım. Bu asansör bir sanatçı tarafından yapılmış ve yer yön duygusunu yok etmek için tasarlanmış, yerleştirme olarak tanımlanabilir sanırım. Ama yanımdaki görevli asansörün bu özelliklerini vurgulamak amacıyla yolculuk boyunca bıdı bıdı konuştuğu için herhangi bir etkisi olmadı üzerimde. İlk olarak Murat Akagündüz'ün tuval üzerine reçine ile yaptığı oldukça büyük boyuttaki tabloları ve ardından video yerleştirme işi olan Hell-Heaven çıktı karşıma. Tablolarda tek renk kullanımının kırsaldan seçilen konulara etkisini sevdim. Video ise çok farklı şekilde yorumlanabilecek bir işti ve kendi içimde tutarlı bir sonuca varamadım ancak düşündürmesini sevdim. Sonrasında girdiğim salonda Silva Bingaz vardı ve ilk defa kendisinin bu kadar çok çalışmasını gördüm. İstanbul'un "diğer" sakinlerini anlattığı kısa hikayeler tadında fotoğraflarından bir kaç baskı vardı ve bir çok başka fotoğrafı da duvara yansıtılıyordu. Genel olarak bakmadığımızı göstermeyi amaçlayan fotoğraflar olduğunu düşündüm ve bu yönden beğendim. Bu bağlamda, orada olduğum sırada bir gruba sergiyi gezdiren görevliye dair de bir çift lafım var. Hem İngilizcesi sebebiyle pek kendini ifade edemedi hem de sergilenen eserleri çalışmamıştı. Çarşaf giymiş bir kadının fotoğrafı yansıtılırken (kadının elinde göremedim ama) bu kadının bira içtiğini ve Bingaz'ın anlatmak istediği şeyin çarşaf-bira çelişkisi değil Türkiye-bira çelişkisi olduğunu söyledi ve böylece herhangi başka bir kıyafet giyen bir kadının elindeki biranın da aynı şekilde hikayeleştirilebileceği gibi bir anlam çıkarttı ortaya. Silva Bingaz seks işçilerini de görüntülemiş, ancak görevli çıplaklık gördüğü her fotoğrafa bu yorumu yaptı ve sürekli Türkiye'de çıplak fotoğraf çekilmesinin çok zor olduğundan dem vurdu. Diğer çalışmalara yorumu da o an herkesin zaten gördüğünü betimlemekten öteye gidemedi. Bir sonraki durak olan Hale Tenger'e giderken geçtiğim koridorda Tayfun Serttaş'ın Foto Galatasaray projesinden bir kesit vardı (blogunda bununla ilgili bir yazı ve bahsettiğim fotoğraflar var) ve Maryam Şahinyan'ın kız çocuğu portreleri dizilmişti. Bu çalışmayı ulus inşası sırasında İstanbul'un ve genel olarak Türkiye'nin farklı renklerini nasıl sildiğimizi göstermesi açısından çok değerli buluyorum. Fotoğrafları yakından inceleyenler ne demek istediğimi anlayacaktır. Kuş tüylerinden yapılan ve derinlemesine oldukça kalın bir perde-kapı'dan Hale Tenger'in olduğu salona girdim ancak yerleştirmesi ise bana biraz uçuk geldi ve başta pek bir çıkarım yapamadım. Ama görevli o ana kadar ve sonrasındaki tek katkısını vererek güney-kuzey olacak şekilde ters çevrilmiş dünyanın şu anki kuzey-güney halkları ilişkisini tersine çevirmek için yapıldığını söyledi. Yani buradan hareketle Atlantik Okyanusu'nu ortalayacak şekilde yaptığımız dünya haritaları pekala Pasifik'i ortalayacak şekilde de yapılabilir. Şimdi diğer işlerine baktığımda kendisinin İstanbul Modern'de gösterilen Beirut adlı video işinin de yaratıcısı olduğunu farkettim. Çok kısa bir video olmasına rağmen her gidişimde uzun süre başından kalkamadığım bir çalışmaydı ve Beyrut'taki karışıklığı sadece bir otelin perdeleriyle anlatmasından çok etkilenmiştim. Bu gibi hikaye anlatımlarına bayılıyorum gerçekten, şu an karşımda olsa yine oturur tekrar tekrar izlerim. Buradan sonraki salonda Gözde İlkin'in, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve İran'a yaptığı bir seyahatin ardından oluşturduğu bir yerleştirmesi vardı ve Türkiye ile birlikte diğer ülkelerin de kendi aralarındaki sınır ilişkilerini anlatan, dış politika eleştirisinden ülkelerin kimlik/kültür inşasına kadar bir çok anlam ve hikaye barındıran bir işti. Karşı duvardaki Ceren Oykut'un çizimleri ise tür olarak yabancı kaldı bana. Son bölümde ise CANAN'ın ortaoyunlarından öykündüğü ve bir kadının (evlilik) hayatını köyden büyük şehire göç bağlamında ve ataerkil sistem eleştirisi yaparak anlattığı ve minyatürler kullandığı video/animasyon işi vardı. Yarım saat kadar sürmesine rağmen çok keyifliydi ve sonuna kadar izletti.

2. Gün: Photo OFF 2012, Figure Studies / David Michalek, Photography in France 1950-2000, ve Different Distances

Wednesday, November 7, 2012

Lisette Model'dan anlaşılır olmayana dair...





There are great artists in every era who are so new and so different that nobody can understand them. The ears or the eyes are not used to it. And they may be the ones who really contribute to the medium. But at the same time there are other artists and they work also in a non-understandable kind of a way, nobody could understand what they are doing. And they are phonies and they work with illusions and fantasies. And that this kind of a difference is extremely important to understand.

Her çağda çok yeni ve farklı olduklarından kimsenin kendilerini anlamadığı sanatçılar vardır. Kulaklar ve gözler onların işleri gibisine alışık değildir. Bu sanatçılar gerçekten kullandıkları aracın (medium) anlatım olanaklarına katkıda bulunuyor olabilirler. Ancak buna benzer şekilde anlaşılmaz işler yapan başka sanatçılar da vardır ki onların işlerini de kimse anlayamaz. İllüzyon ve fantezilerle çalışan bu sanatçılar sahtekârdır ve bu iki tür sanatçı arasındaki farkı anlamak çok önemlidir.