Monday, April 1, 2013

Sophie Calle / Adres defteri




Sophie Calle hikaye anlatımı ve insan ilişkilerine deneysel yaklaşımı konusunda severek izlediğim bir sanatçı. Fotoğraf ve yazının birlikte kullanımı konusunda da, fotoğrafla anlatamadıklarından ziyade anlatamayacaklarını yazdığı ve bu anlamda iki ortamı bütünlüklü bir şekilde kullandığını düşünüyorum. Sıklıkla fotoğraf ve bazen de video kullanan, ancak moda olmuş ve ortam-bağımlı tabiri ile görsel sanatçı olarak da adlandırılamayacak biri bana göre. Otel odaları ve takip ettiği yabancılar gibi mahremin ihlali sayılabilecek bir çok hikayesi var ve bu anlamda özel hayata dair yaklaşımı oldukça tartışmalı. Ancak, bu konuda net bir duruşa sahip olmasam da, aynı tartışmalı yaklaşımı kendini anlatırken de izlemesi bu tartışmalarda hesaba katılmalı diye düşünüyorum. Son kitabı da bu minvalde yıllarca tartışılmış. Mahrem sayılabilecek bir çok hikayesini ifşa ettiği kişi, Pierre D., ile bu hikayenin ancak o öldükten sonra kitaplaştırılması üzerine anlaştığı söyleniyor ancak bu olayların olduğu 1980'li yıllarda Libération gazetesinde gün gün yayınlandıkları gerçeği ile çelişiyor bu bilgi. Ayrıca Pierre D, kendisiyle ilgili yayınlanan bu hikayeleri gördükten sonra Calle'i dava etmekle tehdit etmiş ve Libération'a ifşa olan özel hayatına karşılık Calle'in çıplak fotoğraflarını yayınlama teklifiyle gitmiş ve bu süreçte de kimliği ifşa olmuş.

Peki bu kitapta ne var. Hikaye, Calle'in Paris'te bir sokakta bir adres defteri bulması ve bunu sahibine göndermeden önce tüm sayfaların fotokopilerini çekmesiyle başlıyor. Defteri kopyalamasındaki amaç ise defterin sahibi ile hiç tanışmadan, onu defterde kayıtlı insanlardan dinleyerek tanıma isteği. Defterdeki isimlerle görüşme isteklerinin bir çoğu olumlu karşılanıyor ve bu insanlar hem Calle'in Pierre D. hakkında merak ettiği bir çok şeye cevap veriyor hem de ortak anılarını anlatıyorlar. Ortaya çıkan kitap biyografi tadında kısa bir hikaye gibi ve sıkıcı olmaktan öte oldukça sürükleyici. Bunun nedeni de merakınızı özel hayat ifşasıyla canlı tutmasından ziyade, Pierre D.'nin sayfa sayfa açılan kişilik özelliklerinin özel hayatını nasıl şekillendirdiğini çok iyi anlatması bana göre. Yoksa ne anlatılanlar kimsenin başından geçmemiş olaylar ne de Pierre D. kendisi hakkındaki en önemsiz olayın bile gazetelerde yer bulabileceği kadar bilindik biri. İşin özel hayat tarafı kitaba dair tartışmaları canlı tutmaya yarıyor sadece. Her hikayenin de bir fotoğrafı var kitapta; bu fotoğraflar ya o günkü buluşmaya verilen tepkiyi, ya buluşulan insanı kimliği belli olmadan gösteren bir portreyi ya da Pierre D. ile o insanın arasındaki ilişkiye dair bir nesneyi gösteriyor ve kitap aslında hikaye türünde olduğu için anlatılanların gerçekle bağlantısını koruyorlar. Kitap oldukça ince ve küçük, ve 2005 yılında hayatını kaybeden Pierre D.'nin adres defteriyle aynı özelliklerde tasarlanmış ve artık ifşa olmuş tüm kimliklere rağmen 1983 yılındaki gazete yazılarını temel alıyor ve ne o dönemde gerçekleşen tartışmalara ne de sonrasına değinmiyor. Zaten dediğim gibi işin bu tarafını merak ettirecek bir şey de yok kitapta, daha çok gerçek bir hikayeden esinlenilmiş ve isimler değiştirilerek yazılmış bir metin gibi okunuyor ve kimliklerden bağımsız olarak genel insan ilişkilerine dokunuyor. Bu anlamda, kitabın, orta yaştaki bir senarist olan Pierre D.'nin hayatına açılan bir pencereden çok, onun gerçekleşen ve gerçekleşmeyen hayallerini, başarılarını ve başarısızlıklarını ve hayattan beklentilerini anlattığı için, okuyucuya dönük bir ayna işlevi gördüğünü de söyleyebilirim.

Wednesday, February 20, 2013

Gölge Fanzin / Arif Aşçı röportajı

Çok keyifli bir yayın olan Gölge Fanzin'deki, uzunluğundan dolayı okumayı uzun zamandır ertelediğim Arif Aşçı röportajını ancak okuyabildim ve hem ertelediğime pişman oldum hem de keşke daha uzun olsaydı dedim. Eleştiri kültürü tartışması ile başlayan röportaj buradan yayıncılığa, sergi düzenlemeye, fotoğraf kültürünün oluşumuna ve Arif Aşçı'nın kişisel deneyimlerine ve projelerine uzanıyor. Gerçekleştirildiği 2005 yılından bu yana röportajda bahsi geçen bazı konularda değişiklikler mevcut olsa da fotoğraf üretimine ve bu üretimin beslendiği kaynaklara dair yorumları ve Türkiye'deki eleştiri kültürü, fotoğraf ekolü ve bilgi eksikliğine dair yaptığı bir çok yorumun da hala geçerliliğini koruduğunu düşünüyorum. Afiyetle,

Gölge Fanzin / Arif Aşçı Röportajı

Wednesday, February 13, 2013

Kötü insanlar iyi sanat eserleri yaratabilir mi?

Buraya The New York Times'da yayınlanan Good Art, Bad People (İyi sanat, kötü insan) başlıklı makaleyi de not düşmek istiyorum. Dickens'dan Wagner'e, Hemingway'den Caravaggio'ya bir çok sanatçının günlük hayatta aslında ne kadar "kötü" insanlar olduklarını ya da olabildiklerini ve bu bağlamda ürettikleri eserlerin değerlendirilmesi ya da yorumlanmasında bunların ne kadar hesaba katılması gerektiğini tartışan bir makale. Bu listeye, makalede bahsedilmeyen Muybridge ve Dali örneklerini de ekleyebilirim: Eadweard Muybridge, karısının aşığının karısına gönderdiği mektupları bulduktan sonra adamın evine gidip "işte size karımın cevabı" diyerek gayet teatral bir şekilde adamı kalbinden vurmuş (The Man Who Stopped Time); Dali ise Franko'ya, "İspanya'yı bu yıkıcı güçlerden temizlediği" için ve ayrıca onayladığı bir kaç idam kararı sonrası tebrik telgrafları çekmiş (Salvador Dali, Fascist).

Yine de, başlıktaki sorunun kesin bir cevabı olduğunu düşünmüyorum. Aşağıda bağlantısını verdiğim bu makalede de, kötü derken ahlaki değerlere, iyi derken ise estetik değerlere gönderme yapıldığı vurgulanıyor ve sorunun yanıltıcı olduğu söyleniyor ki çok iyi bir tespit. Özellikle Wagner'in bestelerini İsrail'de seslendirme başarısını göstermiş olan Daniel Barenboim'in "Wagner kınanması gereken bir şahsiyet olmasına rağmen tek bir anti-semitik nota bestelemedi" açıklaması makalenin özeti gibi. Afiyetle,

Good Art, Bad People

Not: Yazılarımda İngilizce kaynaklar vermekten mutlu değilim, uzun yazıları da çevirmeye zamanım yok. Ancak dikkat çeken bir çok makale de ne yazık ki sadece yabancı kaynaklarda yer alıyor. Örnek olarak, benim de çevirisini yayınladığım Sarah Thornton'ın çağdaş sanat piyasası sorunlarına dikkat çeken ifadelerine son olarak Dave Hickey ve hatta -biraz da rüzgarın yönü zaten değiştikten sonra- Charles Saatchi bile katılmış olmasına rağmen (How contemporary art lost its glamour, Saatchi's scathing portrait of the art world: 'Vulgar, Eurotrashy, masturbatory') yerli kaynaklarda Radikal gazetesindeki isimsiz (?) makale (Eleştirmenlik şef garsonluk mu oldu?) ve e-skop'da Ali Artun'un Eleştiriden İstifa başlıklı hem lezzetli hem de besleyici yazısı dışında -ki e-skop zaten sanata dair bir yayın olduğu için sayılmaz gibime geliyor- değinilmedi. Yani yerli "büyük" basın bu kadar güncel bir tartışmaya bile katıl(a)mazken, sanat eserleri bu sayfalarda ancak dudak uçuklatan fiyatlara satıldıklarında yer bulabiliyorken böylesi bir "Kötü insanlar iyi sanat yapabilir mi?" tartışmasını onlardan izleyemeyeceğiz gibi görünüyor.